İslam Dünyası’nın Aydınlık Yüzü / Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa

Batılıların, sosyolojinin kurucusu olarak tanımladıkları İbn Haldun, İspanya’dan Tunus’a göç eden bir ailenin çocuğu olarak 19 Mart 1334’te dünyaya gelmiştir. İyi bir eğitim gören İbn Haldun, ilahiyat, hukuk, tabiat bilimleri, felsefe mantık okumuş, bilgi ve görgüsünü geliştirmiştir. 1406 yılında 74 yaşındayken ölmüştür. Hukuk ve sosyoloji konusundaki derin bilgisinden dolayı Batılı bilim çevrelerince Şark’ın Montesquieu’su olarak adlandırılmıştır.
Batılılarca sosyolojinin öncüsü ve tarih filozofu olarak bilinen İbn Haldun, kurduğu sistem ve metodu sayesinde tarihi aktarmacılıktan kurtararak, bilimsel araştırma metotlarını uygulayan bir bilim haline getirmiştir. Sosyal hayatın statik olmadığını ve değişim kanunlarına bağlı olduğunu yani Herakleitos gibi yeryüzünde ne varsa hepsinin değişimini öne sürmüştür. Tarih felsefesi ile sosyolojisinin kurucusu olan İbn Haldun, daha Avrupa karanlıklar içindeyken ortaya koyduğu yeniliklerle modern çağın öncülüğünü yapmıştır. Laik devlet ve siyaset anlayışı ortaya koyarak çağların ötesinden günümüze ışık tutmuştur.
Ayrıca sosyal hayatı birtakım ilkelere bağlayarak sosyolojiyi bağımsız bir bilim haline getirmiştir. Evrim ile ilgili görüşüyle Darwin ve Lamark’a ilham kaynağı olmuştur. Tarihin bağımsız bir bilim olması ve amacının sosyal hayatı açıklamak olduğu görüşüyle Montesquieu, Rousseau, Concorcet, Auguste Comte ve Durkheim’i etkilemiştir. Siyasetle ekonomiyi uzlaştırarak Marx’ın iktisadi görüşünün temellerini atmıştır. Bilimleri sınıflama konusunda medeniyet ve tarih arasındaki ilişkiyi pedagojik kurallara bağlayarak William James, Spencer ve Flobel’e öncülük etmiştir. Çevrenin insanların renk ve ahlakı üzerinde etkisini savunarak yine Lamark ve Darwin’e öncülük etmiştir. Evrenin oluşumunu tek sebeple açıklayıp, sosyal olaylara tabiat kanunlarını uygulayarak monizmin öncülüğü yapmış ve bu konuda Haeckel’i etkilemiştir. Sıcak ve soğuk iklimlerin insanların beden ve ruhlarında büyük bir etki yaptığı görüşüyle İngiliz tarihçi Buckle’yi, devletlerin gelişme dönemleri ile uygarlığın gelişmesini iklimlere bağlayarak Montesquieu’ya ilham kaynağı olmuştur. Devletlerin varlığı ve devamını yöneticilerin cesaret, kudret ve iradeleri ile açıklayarak Machiavelli’ye, dinin insanlar için ihtiyaç olduğu, ama devlet kurmak için din ve peygamberlere ihtiyaç olmadığı görüşüyle laikliğin temellerini atarak Leon Duguit’e öncülük etmiştir.
İbn Haldun’a göre toplum hayatı insanlar için bir ihtiyaçtır. İnsanların bir araya gelerek yaşadıkları yere Medine yani şehir adı vererek, bilim tarihine umran tabirini kazandırmıştır. Ona göre insanları toplum şeklinde yaşamaya iten üç sebep vardır. Bunlar, ekonomik ihtiyaçlar, can ve mal güvenliği, otorite ve hukuk ilkeleridir. Yine Ona göre göçebelik, şehirlerin ve medeni hayatın ilk kaynağıdır. Bütün insanlar toprağa yerleşmeden önce, bir göçebelik döneminden geçmişlerdir. Şehirleşme insan hayatının en önemli basamağıdır.
Yine Ona göre tarih insanlık için en yararlı bilimlerden biridir. Tarih geçmiş ve gelecek arasında bağ kurarken, çeşitli bilgilere yer vererek objektif metotla doğruları aktarır. Tarih bilgisi sadece aktarma ve rivayetlere dayanmayıp, insanlara değerlerle ilişkileri yorumlama şansı verir. Tarih araştırmalarında olumlu sonuca ulaşmak için olayların derinliğine inmek ve olup bitenlerin sebeplerini, niçinlerini ve nasıllarını bilmek gerekir. Gerçek tarih budur. Ancak tarihçiler her zaman bu kurala uymayıp sadece geçmiş olayları aktarmayla yetinmişlerdir. Bundan dolayı yanılgılar artmış, doğru ile yanlış birbirine karışmıştır. Bazen bu aktarmalar abartılarak içinden çıkılmaz hale gelir. Burada doğrularla yanlışları birbirinden ayırmak için olayları tenkitçi bir gözle değerlendirmek gerekir. Gözlem ve tabiat kanunlarına uymayan bilgilerin tarihi değeri olmaz. Tarihçilerin yanılgı sebeplerinden biri de toplumları statik yani değişmez şekilde ele almalarıdır. Ancak toplumların yaşayışlarıyla ilişkileri düz bir çizgi şeklinde değildir. Zaman içinde hayat tarzlarıyla değerleri değişerek yerlerini başkalarına terk eder. Maalesef öyle. Bugün Orta Çağ İslam dünyasından eser yok. Bugün İslam dünyası Batı’nın yaşadığı Orta Çağ dünyasını yaşıyor. Her konuda acınacak durumda. İslam dünyasının aydınlık yüzü Türkiye’nin de son yıllarda içine düştüğü durum maalesef bu. Bırakın devletleri milletler bile ilelebet yaşamıyor. Cumhuriyet giderse Anadolu’daki Türk varlığı da gider. Bir Türk/bir Müslüman dünyaya bedeldir gibi sokak ağzı lafları bırakmak lazım.
Bütün toplumlarda bir iktidar ve otoriteye ihtiyaç duyulduğunu savunan İbn Haldun, siyasi düşüncesini asabiyet[1] adını verdiği kavram ile açıklamıştır. Sisteminin odağına yerleştirdiği asabiyeti, her şeyin üstünde tutan İbn Haldun, toplumun düzeni açısından dinin bile bu kadar etkili olmadığı söyler. Devlet kurmak sosyal hayatın gereği ve insanlar için bir ihtiyaç olduğundan, toplumun düzen ve otorite ihtiyacı iyiliği için gereklidir. Devlet kabile düzeninin son basamağıdır. Fakat devlet hayatını üç döneme ayırır. Bu dönemler kuruluş, gelişme yani yükselme ile çöküş ve yıkılıştır. Bu durumu insan bedenine benzetir. Devletlerde insanlar gibi doğar, büyük ve ölür. Yıkılış dönemi israf, lüks ve zevk içinde yaşama dönemidir. Bu dönemde yöneticiler daha önce biriktirilen servetleri şehvet ve zevkleri uğruna harcamaya başlar. Kötü alışkanlıkları olan kimseleri dost edinerek onlara devlet gelirlerini bol bol sunarlar. Devamında kurumlar zayıflayarak devlet yaşlı bir ihtiyar görüntüsü alıp, tedavisi olmayan hastalıklar baş gösterir. İşte bu duruma düşen devlet yıkılır. Bu durum bana Avrupa’nın “hasta adam” dediği Osmanlı devletini hatırlattı. Ve inşallah Cumhuriyet’in sonu da böyle olmaz!
İbn Haldun bence tarihin en etkileyici zihinlerinden biri — özellikle sosyal bilimlerin temellerini atmış olması onu ayrı bir yere koyuyor. “Mukaddime” adlı eseri yalnızca tarih yazımı için değil, sosyoloji, iktisat, siyaset bilimi ve hatta psikoloji gibi alanlar için de bir başucu kaynağı sayılır. Onun düşünce dünyasında öne çıkanlar:
-Tarih anlayışı: Tarihi yalnızca olayların sıralanması olarak görmezdi; toplumların dinamiklerini, yükseliş ve çöküş sebeplerini araştırırdı.
-Umran teorisi: Toplumların gelişme süreçlerini analiz ettiği bu teoriyle, şehirleşme, devletleşme ve medeniyet üzerine çok kapsamlı yorumlar getirmiştir.
-Asabiyet kavramı: Toplumsal dayanışmanın ve grup bilincinin gücünü anlatan bu kavram, devletlerin doğuşu ve yıkılışı üzerine önemli bir analiz sunar.
-Eleştirel yaklaşım: Tarihçiler arasında nadir görülen şekilde, kaynakları eleştirel süzgeçten geçirirdi. “Her duyulan doğru değildir” diyerek bilimsel şüpheciliği teşvik ederdi.
Şu da bir gerçek: Batı’da Montesquieu veya Machiavelli ne ise, Doğu’da İbn Haldun odur. Hatta pek çok modern düşünür, onun çağları aşan fikirlerinden ilham almıştır.
Günümüzde asabiyet, İbn Haldun’un tanımladığı klasik kabile dayanışmasından çok daha geniş ve karmaşık biçimlerde karşımıza çıkıyor. Modern toplumlarda bu kavram, grup aidiyeti, kimlik siyaseti ve sosyal kutuplaşma gibi olgularla iç içe geçmiş durumda.
Günümüzde Asabiyetin Başlıca Etkileri
- Kimlik Temelli Gruplaşmalar
-Etnik, dini, mezhepsel ya da bölgesel kimlikler etrafında oluşan dayanışma duygusu.
-Bu gruplar, kendi üyelerini koruma refleksiyle hareket edebiliyor; bazen bu durum dışlayıcılığa yol açabiliyor.
- Siyasi Kutuplaşma
-Partizan aidiyetler, bireylerin siyasi görüşlerini sorgulamadan benimsemelerine neden olabiliyor.
-“Bizden olanı kayırma” anlayışı, liyakat yerine sadakatin ön plana çıkmasına yol açabiliyor.
3. Sosyal Medya Asabiyeti
-Dijital platformlarda oluşan “biz ve onlar” ayrımı, çevrimiçi linç kültürünü besliyor.
-Gruplar, kendi görüşlerini mutlak doğru kabul ederek karşıt fikirleri dışlayabiliyor.
4. Taraftarlık ve Mikro Kimlikler
-Spor kulüpleri, hatta marka bağlılıkları bile modern asabiyet biçimleri olarak görülebilir.
-Bu aidiyetler, bireylerin sosyal çevrelerini ve davranışlarını şekillendirebiliyor.
Olumlu ve Olumsuz Yönleri
Olumlu yönü, toplumsal dayanışmayı artırabilir, ortak amaçlar etrafında birlik sağlar.
Olumsuz yönü, kutuplaşma, dışlayıcılık ve adaletsizliklere zemin hazırlayabilir.
İbn Haldun’a göre asabiyet, bir toplumun yükselişinde temel bir güçtür; ancak bu güç yozlaşırsa çöküşe neden olur. Günümüzde de benzer şekilde, grup dayanışması toplumsal enerjiyi besleyebilir ama fanatizm ve ayrımcılık gibi aşırılıklar bu enerjiyi yıkıcı hale getirebilir.
Türkiye özelinde asabiyetin etkilerini hem siyasi hem de kültürel düzlemde gözlemlemek mümkün. İbn Haldun’un teorisi, modern Türkiye’de grup aidiyeti, kimlik siyaseti ve kültürel bağlılık gibi olgularla iç içe geçmiş durumda.
Siyasi Alanda Asabiyetin Etkisi
Partizan sadakat ve kutuplaşma:
• Türkiye’de siyasi partilere olan bağlılık, zaman zaman rasyonel değerlendirmelerin önüne geçebiliyor.
• “Bizim parti” anlayışı, liyakat yerine sadakatin ön plana çıkmasına neden olabiliyor.
• Bu durum, İbn Haldun’un “haklı da olsa haksız da olsa kardeşinin tarafını tut” şeklindeki klasik asabiyet tanımıyla örtüşüyor.
Hemşehricilik ve yerel siyaset:
• Yerel yönetimlerde hemşehri dayanışması, adayların desteklenmesinde önemli rol oynayabiliyor.
• Bu bağlamda, asabiyet yerel kimlikler üzerinden şekilleniyor ve siyasi tercihleri etkileyebiliyor.
Kültürel Alanda Asabiyetin Etkisi
Aile ve akrabalık bağları:
• Türkiye’de hâlâ güçlü olan aile yapısı, bireylerin sosyal ve kültürel davranışlarını şekillendiriyor.
• Bu bağlar, bireyin toplum içindeki konumunu belirlemede etkili oluyor ve dayanışma kültürünü besliyor.
Kültürel aidiyet ve geleneksel değerler:
• Geleneksel değerler, modernleşme sürecine rağmen toplumda güçlü şekilde varlığını sürdürüyor.
• Bu durum, İbn Haldun’un “nesep değil, birlik ve kaynaşma” vurgusuyla açıklanabilir: insanlar aynı soydan gelmeseler bile ortak kültür ve değerler etrafında birleşiyor.
Sosyal medya ve dijital asabiyet:
• Dijital platformlarda oluşan grup aidiyetleri, çevrimiçi kutuplaşmayı artırabiliyor.
• Taraftar grupları, fandomlar veya ideolojik topluluklar, modern asabiyetin dijital yansımaları olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’de Asabiyetin İki Yüzü. Olumlu yönü, Toplumsal dayanışmayı artırır, kültürel kimliği korur. Olumsuz yönü, Kutuplaşma, dışlayıcılık ve adaletsizliklere zemin hazırlayabilir.
Umran, İbn Haldun’un düşünce sisteminin merkezinde yer alan ve onun tarafından geliştirilen özgün bir kavramdır. Arapça kökenli olan bu kelime, “bayındırlık”, “medeniyet”, “toplumsal gelişim” gibi anlamlar taşır. Ancak İbn Haldun’un kullanımında çok daha derin bir anlam kazanır: toplumların doğuşu, gelişimi, dönüşümü ve çöküşü üzerine bir bilimsel çerçeve.
Umran İlmi Nedir?
İbn Haldun, “Mukaddime” adlı eserinde bu kavramı şöyle temellendirir:
-Umran İlmi, toplumların yapısını, işleyişini ve tarihsel değişimini inceleyen bir sosyal bilimdir.
-Bu ilim, sadece olayları sıralamakla kalmaz; olayların nedenlerini, dinamiklerini ve toplumsal etkilerini analiz eder.
-İbn Haldun, bu ilmi aklî ve burhanî (mantıksal ve kanıta dayalı) bir disiplin olarak tanımlar.
Bu iki yapı arasında bir geçiş vardır: Göçebe toplumlar zamanla yerleşik hale gelir, medeniyet kurar; ancak bu medeniyetler zamanla yozlaşır ve çöküşe geçer. Bu döngü, İbn Haldun’un tarih felsefesinin temelidir.
Umranın Modern Yansımaları. İbn Haldun’un umran anlayışı, bugün bile geçerliliğini koruyor:
– Sosyoloji: Toplumların yapısı ve değişimi üzerine kuramsal temel sağlar.
– Tarih yazımı: Olayların ardındaki sosyal nedenleri sorgulama yaklaşımı sunar.
– Siyaset bilimi: Devletlerin doğuşu, yükselişi ve çöküşü üzerine analizler üretir.
Toynbee gibi modern tarihçiler bile İbn Haldun’u “herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi” olarak tanımlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi ve çöküşü, İbn Haldun’un umran ve asabiyet teorileriyle mükemmel şekilde açıklanabilecek tarihsel bir döngüdür. Küçük bir beylikten doğan bu imparatorluk, altı yüzyılı aşkın bir süre boyunca üç kıtada hüküm sürmüş; ancak zamanla iç ve dış dinamiklerin etkisiyle çözülmeye başlamıştır.
Yükselişin Temel Dinamikleri
Güçlü Asabiyet ve Liderlik
– Osman Bey ve Orhan Gazi dönemlerinde Türkmen boylarının dayanışması, güçlü bir asabiyet örneğidir.
– Fetihler, bu birlik ruhuyla hız kazanmıştır.
Merkezi Yönetim ve Hukuk Sistemi
– Kanuni Sultan Süleyman döneminde zirveye ulaşan hukuk ve idare, toplumsal düzeni sağlamıştır.
– Tımar ve millet sistemleri, farklı grupları bir arada tutmayı başarmıştır.
- Coğrafi Konum ve Ticaret
– İstanbul’un fethiyle birlikte Osmanlı, İpek Yolu gibi stratejik ticaret yollarını kontrol etmiştir.
– Bu ekonomik güç, kültürel ve askeri gelişimi desteklemiştir.
2. Askeri Güç ve Teknoloji
– Yeniçeri Ocağı gibi profesyonel birlikler, Avrupa’daki rakiplerine karşı üstünlük sağlamıştır.
Çöküşün Belirleyici Faktörleri
- Asabiyetin Zayıflaması
– Refah arttıkça dayanışma azalmış, bireysel çıkarlar ön plana çıkmıştır.
– İbn Haldun’un öngördüğü gibi, medeniyetin içsel çözülmesi başlamıştır.
2. Askeri Gerileme
– Avrupa’daki teknolojik gelişmelere ayak uydurulamamış; II. Viyana Kuşatması gibi başarısızlıklar prestiji sarsmıştır.
3. Ekonomik Sıkıntılar
– Sanayi devrimiyle birlikte Osmanlı, ekonomik rekabette geri kalmıştır.
– Ticaret yollarının değişmesi ve borçlanma, mali yapıyı zayıflatmıştır.
4. Milliyetçilik ve Ayrılıkçı Hareketler
– Yüzyılda Balkanlar, Arap yarımadası ve Kafkaslar’da bağımsızlık talepleri yükselmiştir.
– Merkezi otorite bu talepleri bastırmakta zorlanmıştır.
5. Diplomatik ve Stratejik Hatalar
– Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer almak, imparatorluğun sonunu hızlandırmıştır.
[1] İbn Haldun düşünce sisteminde asabiyet, toplumsal birliğin asli kaynağı ve kolektif eylemin başlıca unsuru olan psiko-sosyal bağ, dayanışma ruhu ve toplumsal dönüşümün temel dinamiğidir.
Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa
Yorum gönder